ÇOCUK
Bir gürültü kopuyor.
Azılı bir ırmak gibi yatağını hırpalaya hırpalaya güçten düşüyor ses, duru bir
sessizliğin ağzına varana dek akıyor, akıyor. Sonunda durdu. Elleriyle başını
sarmış, titriyor. Saatlerdir peşindeyim. Onu gördüğüm o ilk anda başıma
geleceklerden habersizdim ve açlığımdan başka bir şey düşünmüyordum. İhtiyardan
umudu kesmiş, yiyecek bir şeyler ararken köy kahvesinin önünde buluvermiştim
kendimi. Dışarıda bir taburenin üstünde sırtı bana dönük oturuyordu. Sol ayağı
ile agresif bir ritim tutturmuştu, çıkardığı gürültü canımı sıkıyordu.
Taze kaz eti kokusuna O'ndan gelen yabancı ter, ayak ve kurumuş kan kokusu karışıyordu.
Bacağının açıkta kalan yerinden
morluklar seçiliyordu. Yüzünü görebilmek için biraz daha yürüdüm. Dumanı
tüten çayı yarılanmıştı. Bileğini bir bezle sıkıca sarmıştı. Kaşları çatılmış,
elinde evirip çevirdiği küp şekere bakıyordu. Temkinli adımlarla ona yaklaşmaya
başladım. Bozcaaa!! İhtiyarın sesiydi bu. Bozcaaa!! Sonunda yemeğini bitirmişti
demek! İhtiyarın bahçesine koştum. Yerde kazdan kalan irili ufaklı kemikler,
deri, kuyruk ve taşlık vardı. Burnumu yemeğimin üstünde iki kez gezdirdim,
kokunun vadettiği lezzete hevesle atıldım. Yemeğimi bitirince kahveye
verdim yönümü. Kulaklarıma bir iki yağmur damlası düştü. Sonra iri taneli
yağmur damlaları toprakta oyuklar açtı, oyuklardan toz yükseldi. Kahvenin önüne
geldiğimde sırılsıklam olmuştum. Tabureler içeri alınmıştı. Buralarda değildi,
ben gittikten hemen sonra kalkmış olmalı, kokusu silinmişti. Yürümeye devam
ettim. Epeyce yürüdükten sonra ormana saptım. Otlar yağmurun hiddetinden
iyice cılızlaşıp eğilmişti. Seslerin içinden altı ayak sesi seçtim. Koşmaya
başladım, uzakta iki kişi gördüm. Görmediğim ama varlığından emin olduğum
üçüncü kişinin ayak sesleri daha uzaktan geliyordu, onlardan ilerde olmalıydı.
Üçüncü kişiyi görebilmek daha doğrusu O olduğundan emin olmak için kestirme
yola girmeye karar verdim.
Bir köpek geliyor
ardımızdan. Eğilip bir taş alacaktım ki yerden, başka bir yola saptı. Belki ava
çıkmıştı, açtı sade, yollarımız bir anlığına kesişmişti. Biz de avının peşinde
iki köpekten farksızdık. İçimizde büyüyen açlıktan aklımızı yitirecektik, O'nu
bu köyde bulmuş olmasaydık... Şuna bak! Nasıl da canını dişine takmış koşuyor!
Kaçabileceğini sanıyor. Eninde sonunda bitecek bu kovalamaca. Ve nasıl
öldürdüyse öyle öldürülecek.
Çok geçmedi, sonunda
görebildim, O'ydu. Kıpkırmızı olmuştu yüzü. Boğulacakmış gibi soluyordu. İyi
koşmuştu ama yorulmaya başladığı her halinden belliydi. O'na seslendim, baktı,
göz göze geldik. Ve o an sanki ondan bir parça kopup beni onunla bütünledi.
İçimde bembeyaz bir boşluk belirdi. Bir günah, dedim! Ancak bir günah bir
insanın bakışlarını böyle derinleştirebilir. Ortak bir dilde buluşmuştuk sanki.
Allak bulak yüzünün ağırlığını, bakışlarındaki kiri ve utancı sırtlanmıştım. En
az onun kadar ürkek ve çaresiz oluvermiştim. Bir kez daha seslendim. İlerde
sarp kayalıklar vardı ve oradan öteye geçemeyecekti. İkili de yeniden görüş
alanıma girmişti. O ise şimdi karşımda tüm çarelerini tüketmiş, elleriyle
başını sarmış, titriyor. Göğü bir baştan bir başa yara yırta bir yıldırım
düşüyor dağın yüzüne. Gök inliyor.
İkiliden biri O'nun
üstüne çullanıyor.
- Canavar, diyor diğeri alçak sesle. Yumruğu sıkılı. Nasıl
yaptın? Sadece bir çocuktu. Küçücük...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder